Su dağıtım şebekelerinin evlerimize uzanması mahalle çeşmelerini unutturdu. Hâlbuki yıllar önce köşe başlarını tutan çeşmeler rağbet görür, önünde uzun kuyruklar olurdu. Kovasını kapan burada alırdı soluğu. Günün en taze haberleri çeşme başlarında duyulurdu. Evde iş varsa ya da yemeğiniz ocaktaysa bidonlar, kovalar sıradaki komşuya emanet edilir, bir koşu eve gidilip geri gelinirdi. Hanımların kaynaşma noktası olan bu mekânlar, çocukların da favorisiydi. Eğer anne günlük su taşıma görevini çocuğa vermediyse mahallede top koşturulur, terleyince çeşmeye depar atılır, önce kimin suya kanacağına bakılırdı.
“Ağzını çeşmeye dayama be, elinle iç!” diye söylenirdi biri. Orada şakalaşmaya kalkana, “Su içene yılan bile dokunmaz oğlum.” derdi öteki.
Evlerde gürül gürül akan muslukların olduğu, pet şişe içindeki suların her yanda bulunduğu günümüzde bu manzara çok uzak geldi size değil mi? 1978 yılında seyirciyle buluşan ‘Sultan’ filminin çeşme sahnesi hâlâ zihinlerde. Türkan Şoray’ın yani Sultan’ın kovalarla çeşmeye gitmesi, sıra beklerken öne geçmeye çalışan kadınla saç saça baş başa kavga etmesi, muhtarın oğlunun araba yıkamak için çeşmeye yeltenmesi üzerine Sultan’ın “Baban muhtar seçimlerinde oy toplamak için getirdi bu suyu!” diye kızması, arka fonda çalan ‘Susadım Çeşmeye’ şarkısı suyun sadece H2O bileşeni olmadığını hatırlatıyor. Bu anlattıklarımız sadece otuz yıl öncesine götürüyor bizi. Peki ya daha öncesi?
Araştırmacı yazar Mehmet Mazak, Osmanlı’da suyun başlı başına bir kültür oluşturduğuna dikkat çekiyor. Nitekim günümüze kadar ulaşan su yolları haritaları, sarnıçlar, çeşmeler, envai çeşit maşrapa ve ibrikler bu fikri yansıtıyor. ‘Su tiryakileri’ denen grup ise su kültürünün en renkli öğelerinden.
Mazak’ın verdiği bilgiye göre 1900’lü yıllarda İstanbul’da cadde ve köşe başlarındaki sucu dükkânlarında bardakla memba kaynak suları satılır. Atlı sakalar aracılığıyla membalardan taşınan tatlı sular müşterilere sunulur. Uzak memleketlerden kervanlar, gemilerle getirilen suların tiryakileri de vardır. Tattıkları suyun hangi kaynağa, hangi memlekete ait olduğunu hemen anlayan su gurmeleri, satıcıların en gözde müşterileridir.
Tadındaki farklılıktan dolayı kaynak sularının fiyatı o dönemde de aynı değildir. Mesela Kırkçeşme, Halkalı, Taksim sularının bardağı 5, Kayışdağı, Çamlıca, Taşdelen, Karakulak sularının bardağı ise 10 paradan satılır. İstanbul suları sadece tiryakileri cezbetmez. Şehre yolu düşen yabancıların da dikkatini çeker. Ünlü Fransız yazar ve şair Gerard De Nerval’in yolu 1843’te İstanbul’a düşer. Nerval bu seyahatinden sonra yazdığı eserinde su tiryakilerine şöyle yer verir: “Bu memlekette alkollü içkiler açıkça satılmadığı için tuhaf bir endüstri kurulmuş: Ölçü ile bardak su satanların endüstrisi! Bu tuhaf su evlerinde uzun uzun tezgâhlar var ve bu tezgâhların üzeri de çeşit çeşit şişelerle dolu. Her şişede az çok aranan bir su var. İstanbul’a içme suyu Valens Boruları (Bozdoğan Kemeri’nden geçen su yolu) ile gelir. Tatlı suyun nadir ve kıymetli oluşu yüzünden İstanbul’da bir ‘Su İçiciler Ekolü’ meydana gelmiştir. Bunlar seçip içtikleri suyun tiryakisi olmuşlardır. Su içim evlerinde muhtelif memleketlerden gelmiş ve muhtelif yıllara ait sular bulunur. Sucu dükkânlarındaki en makbulü Nil suyudur, Fırat suyu biraz yeşil ve sarımtıraktır; zayıf ve gevşek tabiatlılar için tavsiye edilir. Tuna suyunu ise daha çok enerjik kimseler tercih ediyor. Suları yıllara göre de ayırıyorlar.”
Suları Eve Dağıtan ‘Taşıyıcılar Birliği’
Eski İstanbul yaşantısının en bilindik simalarından biri de sakalardı. Saka veya asıl adıyla ‘sakka’, ‘su veren, su taşıyan kişi’ anlamına gelir. Bağlı oldukları saka loncası 15. yüzyılda İstanbul’da kurulur. Sakalar hayrat olarak yaptırılan çeşmelerden ya da sebillerden aldıkları suları evlere dağıtan taşıyıcılar birliği olarak iş görür. İsteyen herkes bu mesleği yapamaz. Çünkü sakanın çeşmeden su alma imtiyazı senede bağlıdır. Bu senet alınıp satılabildiği gibi varislere de intikal edebilir.
Locaya bağlanan su taşıyıcısı, 45–50 litrelik kırbasını yüklenir. Tulumbalarını deri bir kayışla omzuna asar ve ciğerlerini rutubetten korumak için kırbanın altına deri yelek giyer. Suyunu yüklendiği gibi mahallesine doğru yol alır. Her mahallenin sakası da ayrıdır. Zamanla müşteri ve su taşıyıcı arasında belli bir güven ilişkisi oluşur. Ancak yine de saka eve alınmaz. Ya dışarıya kova konur ya da evlerin sokağa bakan cephesine ‘saka deliği’ denilen taştan küçük bir teknecik yerleştirilir. Sakaların, bu tekneye boşalttığı su, borularla küplere dolar. Saka deliği geleneği, ev hayatının mahremiyetine duyulan saygıyı da gösterir.
Şehirde önemli bir iş gören sakaların bunu kötüye kullandığı da olur. Hayrat olan çeşme ve sebilleri kendi malı gibi görüp buradan su almak isteyenleri cebren uzaklaştırırlar. Ancak devlet önlem almakta gecikmez ve sakaların su alamayacağı çeşmeleri belirler. Örneğin Kasımpaşa’daki Kaptan Gazi Hasan Paşa Çeşmesi’nde açık bir biçimde “Ber mucib-i vakfiye bu çeşmede saka çalışmayacakdır.” şartı konulur.
19. ve erken 20. yüzyılda İstanbul’da su sıkıntısı büyük boyutlara ulaşır. Sakalar bu durumdan yararlanmaya çalışır. Yaşananlar dönemin gazetelerine şöyle yansır: “Malumdur ki yaz gelip İstanbul ve bilâd-ı sâire ahâlisi yine su derdine düştü. Lehülhamd yağmurların kesret-i nüzûlü bu dâhiyeyi def’e kâfi görünür ise de bazı taraflardaki sakaların hâli de az endişe ve rahatsızlığa mucip olmuyor. Çünkü sakalar birtakım çeşmeleri kendi menafine hasredip oradan su almağa gelen bazı aceze-i nisvan ve etfâli ya fena muamele ile defediyorlar veyahut su yolcular gibi çeşmelerin suyunu kesiyorlar.” Terkos sularının evlere abonelikle bağlandığı, memba sularının ‘hamidiye suları’ olarak İstanbul’a getirildiği Sultan II. Abdülhamit döneminden (1876–1909) itibaren sakalar da yavaş yavaş anlamını yitirir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren işlevlerini tamamen kaybetmeye başlayan su taşıyıcıları, yine de İstanbul’un bazı semtlerinde 1950’li yıllara kadar faaliyetlerini sürdürür. Günümüzde pek çok şehirde sağlıklı olmadığı için evlerdeki çeşmelerden su içilemiyor. Hal böyle olunca insanlar çareyi damacana ile satılan kaynak sularına para vermekte buluyor. Bir telefonla kapılarımıza damacana suyu taşıyan sucular da aslında saka görevi üstleniyor.