Yaşı yetmişi aşınca ömrünü kaleme almaya, gelecek nesillere yitip gitmekte olan Sümerliliği anlatmaya çabalayan Ludingirra, binlerce yıl sonra Muazzez İlmiye Çığ’ın çabalarıyla anlatmak istediklerini hiç ummadığı kişilere de aktarmış oldu.
Çığ’ın kaleme aldığı Sümerli Ludingirra kitabından yapacağımız son alıntı “Tanrının Adamı”nın öğretmenlik yıllarıyla ilgili yazdığı tabletten olacak. Umuyoruz ki paylaştıklarımızla sizde bir ilgi uyandırabilmişizdir, kitabı elde etmek için girişimlerde bulunmuşsunuzdur.
Öğretmenlik Yıllarım
Okula öğretmen olarak ilk gittiğim gün, yıllar önce öğrenciliğe başladığım günkü heyecan vardı içimde… Bu kez babam götürmüyordu beni, fakat evden çıkarken başarımın ve öğretmen olmamın sevinci ve gururu okunuyordu yüzünde. Yazının ve öğrenimin koruyucusu olan saygın Tanrıçamız Nidaba’ya, yüce Enlil’imize, Tanrıçamız Ningal’e dualar yaparak beni kapıdan uğurladı.
Ülkemizde öğretmenlerin geçimi yalnız öğrencilerden sağlanır. O yüzden onlar zengin olamazlar. Kendilerini okumaya, öğrenip öğretmeye adamış kimselerdir. Çocuklarını okutabilenler de yazıcılar, denetleyiciler, tapınak yöneticileri, kaptanlar, rahipler, yüksek vergi memurları, valiler, doktorlar gibi hali vakti yerinde, zengin kimselerdir.
…Ailelerinin durumu pek iyi olmayan, okumaya meraklı çocuklar da boş zamanlarında tarlada, bahçede çalışarak hem babalarına yardım ediyor, hem de okulun masraflarını karşılayabiliyorlar.
Hiç unutmuyorum haylaz bir çocuğun babası bana gelip çocuğu için, “Çocuğuma hiç tarlada, bahçede çalışıp geçimimi sağla demediğim halde, derslerini, okulunu durmadan asıyor. Halbuki akrabalarımız içinde hem çalışıp ailesine yardım eden, hem de okulda çok başarılı olanlar var. Benim suçum, herhalde, çocuğumun her isteğini karşılayıp onu çalıştırmamam oldu, ne dersiniz?” diye dert yanmıştı.
Ben Sümer dilini ve güzel yazmayı öğretecektim… Eğiteceğim çocuklar okula ilk girenler değildi; bazı temel bilgileri alınış olanlardı. Küçücük bir öğrenci iken girdiğim odaya, öğretmen olarak girmem ne büyük mutluluktu benim için.
Çocuklara, özellikle Akadlı çocuklara Sümer gramerini öğretmek zor geliyordu bana. Akadca bizim dilden çok ayrıdır.
Akadlı çocukların ve yavaş yavaş Akadlılaşmaya başlayan Sumerli çocukların öğrenmesi bir hayli güç oluyor. Onlara daha kolay öğretebilmek için kendime göre yeni yöntemler buldum. Eskiden yazılmış gramer kurallarını gösteren listelere, daha kolay ve çabuk anlaşılır örnekler ekledim. Başlangıçtan beri öğretimde ezberlemek önde gelir bizde. Ezberlemek, insanın düşünme yeteneğini kısıtlıyorsa da kuralları iyice öğrenebilmek için, çok yararlı oluyor doğrusu.
Şiir dersleri oldukça hareketli geçerdi. Çocuklar onları anlamakta zorluk çektiklerinden önce ben ahenkli bir şekilde okur, anlamını açıklar, arkasından onlara aynı tarzda okuttururdum.
Dudu adlı bir çocuk vardı, o kadar güzel şiir yazardı ki… Onu bir daha ne gördüm, ne de nerede olduğunu duydum. Halbuki onun, bir gün ünlü bir şair olacağını düşünürdüm.
Şiirlerimizin çoğu Tanrılarımızı, tapınaklarımızı, krallarımızı övmek amacı ile yazılmaktadır…Biz şair ruhlu bir milletiz…Biz, şiiri; bilgileri öğreten, onları kuşaktan kuşağa aktaran bir bağ olarak da görürüz.
Çocuklar öyküleri, destanları okumaktan çok hoşlanırlardı. Öykülerimizin çoğu tanrılarımızla ilgilidir. Bize göre, Tanrılarımız insanlardan üstün, ölümsüzdür; istediklerini yapabilirler; fakat yine de insanlar gibi sever, sevilir, üzülür, acı çeker, yaralanır, hastalanır, kızar, öç alır, hatta kendileri tarafından iyi sayılmayan suçları işlerler. Onlar hakkında yazılan öyküler de kendi duygularımızı yansıttığından okuyanlara çok çekici gelir.
Çok eski yıllarda bilginlerimiz veya öğretmenlerimizden bazıları atasözlerimizi toplamış, konularına göre gruplandırmış ve hepsini bir kitap halinde yazmışlar… Çocuklara atasözlerini yazdırıyor, ezberletiyor, uygun yerlerde nasıl kullanılacağını öğretiyordum… İlk atasözlerimizi Kral Şuruppak, Tufan kahramanı olan oğlu Ziusudra’ya öğretmiş. O zaman yazı bilinmediğinden ağızdan ağza gelmiş. Yazımız bunları yazabilecek duruma gelince bilginlerimiz toplayarak yazmış.
Yeni bulunanlardan bazılarını size de yazayım, belki içlerinden sizlere kadar ulaşanları vardır:
Çok yiyen uyuyamaz.
Açık ağza sinek girer.
Kalpte olan düşmanlık getirmez, dildir düşman eden.
Bir kez yalan söylersen, doğruyu söylesen de inanılmaz.
Yürürken ayağını sıkı bas.
Arkadaşlık bir gün sürer, akrabalık sona dektir.
İyi giyinen kimsenin önünde herkes eğilir.
Köpeksiz köyde tilki bekçidir.
Zamanını boşa geçirdin ne işe yaradı?
Mademki biliyorsun, neden öğretmiyorsun?
Okulda zaman zaman kavgalar, tartışmalar da olurdu kuşkusuz. Bazen ileri giderek yumruk yumruğa dövüşenler de vardı; fakat okulda disiplin çok kuvvetli olduğundan, haklı veya haksız, kavgaya karışanların hepsi, iyi bir dayak yeneceğini bildiği için elden geldiğince buna meydan vermemeye çalışırdı.
Bir gün okulu bitirmek üzere olan Girniişak ve Enkimansi adlarında iki delikanlının tartışması, daha doğrusu ağız kavgasına tanık olmuş, birbirlerine söyledikleri ve onların ağızlarına hiç yakışmayan, aşağılayıcı sözlere çok üzülmüş ve utanmıştım.
O arada başöğretmen de duymuş onları, çıkageldi ve bana, “istediğini yapabilirsin” anlamında başını sallayınca hemen aralarına atıldım. Yaptıklarının çok ayıp ve terbiyesizce olduğunu söyleyerek bir güzel payladıktan sonra, “Sizin bu durumda hak ettiğiniz ceza, adamakıllı bir dayak ve ayaklarınıza bakır zincir geçirerek iki ay dışarı çıkmamak üzere okula kapatmaktı. Fakat koca delikanlı olmuşsunuz; dayaklık, cezalık çağınız çoktan geçmiş. Hiç olmazsa sözlerim size gereken etkiyi yapmıştır” diyerek salıverdim onları.
Okulda tanık olduğum olayları yazmaktan çok hoşlanıyordum. Bu yazıların kitaplıklarda saklanarak daha sonraki kuşaklara bizden haber ulaştırabileceğini düşünüyorum.
Bir gün okulda büyük bir dedikodu alıp yürümüştü. Sözde, öğretmen Addakalla, öğrencisi Nurdada’nın yazısını, okumasını beğenmiyor, arkadaşlarının yanında ona boyuna küçültücü sözler söylüyormuş. Buna çok üzülen çocuk, babasına, öğretmenin kendisine haksızIık ettiğini, öğretmene bazı hediyeler verirse belki böyle hareket etmeyeceğini söyleyerek, onu evlerine davet etmesi için yalvarmış, yakarmış. Baba kabul etmiş bunu. Babası oğlunun-durumunun o kadar fena olmadığını göstermek için, tabletten, okutmuş, yazı yazdırmış. Arkasından da öğretmene biralı ve şaraplı büyük bir ziyafet vermiş, parmağına altın yüzük takmış ve üzerine de güzel bir elbise giydirmiş baba. Bundan sonra öğretmen, Addakalla çocuğun her yaptığını beğenmeye, ona iyi davranmaya başlamış. Bu olacak gibi değildi! Biz öğretmenler için büyük bir yüz karası idi bu olay. Son derece şaşırmıştık ve üzülmüştük. Eğer doğru ise nasıl bakacaktı çocukların ve öğretmenlerin yüzüne?.. Yazık ki, hepsinin doğru olduğu anlaşıldı ve o hemen okuldan uzaklaştırıldı… Ben bu olayı da hemen yazmış, kitaplığımıza koymuştum. Her konuya ait yazdığım tabletin bir kopyasını okul kitaplığına, bir kopyasını da evimin kitaplığına koyuyordum. Arkadaşlar tarafından beğenilenlerin kopyaları da, diğer şehirlerin okullarına gönderiliyordu.
45 yıl sürdü öğretmenliğim. Bu arada başöğretmen oldum. Pek çok öğrenci yetiştirdim. Bunların bir kısmı saraylara, tapınaklara, hatta özel kişilerin yanına yazıcı olarak girdi. Diğer kısmı da öğretmen, şehrin başkanı, valisi, hekim, müfettiş, yüksek vergi memuru gibi mesleklere yöneldiler. Onların zaman zaman beni ziyaret etmeleri, gereğinde herhangi bir konu üzerinde tartışmak veya fikirlerimden yararlanmak istemeleri beni son derece mutlu ediyor.
Öğretmenlikten ayrıldığım zaman “yaşamımın sonu geldi” diye birdenbire büyük bir umutsuzluğa kapılmıştım… Bu yaşam öykümü yazmaya başlamam, adeta yeni bir kan getirdi damarlarıma. Bunu bitirmeden hiç ama hiç ölmek istemiyorum!