Yazar: Rüçhan Cenk Kunter
Sabahın ilk aydınlığıyla beraber, sokaktan geçen satıcının pencereye vuran sesi, genç John James Sanisbury’i uykudan uyandırdı. Arkasından başka sesler duyulmaya duymaya başladı. Kulak verince, bu garip uğultu içindeki bazı seslerin ne olduğu açıkça anlaşılıyordu:
Üzüm var, üzüm!.. Taze Balık ! diye haykırıyordu biri… Ve uzakça bir yerden bir kadının sesi geliyordu: Çiçek gibi elmalar!..
Genç adam birden yatağından fırladı. Dışarıdaki bağrışmaların ne anlama geldiğini biliyordu. Apar topar giyinip merdivenlerden aşağıya doğru koştu.
Yıl 1850…. Londra’nın Lambeth semtinde her gün alışveriş günüydü. Fakat John Sainsbury için cumartesi ve pazar haftanın en güzel günleriydi. Halk, cumartesi akşamı ve pazar sabahı maaşlarını aldığı zaman yığınlar halinde çarşıya koşar ve pazar akşamının yemeği için alışverişe koyulurdu. Cadde ve kaldırımlar tıklım tıklım insan dolardı. Omuzlarında şal ve kollarında sepetlerle birçok kadının tezgahtan tezgaha dolaşarak seçtikleri mallar üzerinde satıcılarla pazarlık ettikleri görülürdü.
Satıcılar, neleri varsa ortaya dökerek müşterilere beğendirmeye çalışıyordı. John Salisbury, henüz çocuk denecek yaşta olmakla beraber kendisini bu kadar ilgilendiren bir çabaya, günün birinde katılacağını hissediyor gibiydi.
Bu hissi boşuna değilmiş!.. Bir gün gerçekten hayata atıldığında, ilk işi bir köşe bakkalına çıraklık etmek oldu. Sonra bir boya satıcısının mağazısında çalıştı. On dokuz yaşına geldiği yıl babasını kaybetti. Babası kendisine bir şey bırakmamış, üstelik annesi ile iki kız kardeşinin bakımı da John’un üzerine kalmıştı.
Babası öldüğü sırada genç adam bir başka boya satıcısının mağazasında çalışıyordu. Bu mağazanın bulunduğu caddedeki sütçü dükkanında çalışan on dokuz yaşındaki Mary Ann Staples’la o günlerde tanıştı. 1869’da bu iki genç evlendiler.
Aynı yıl, ilk dükkanlarını açtılar. Süt, yumurta, peynir satıyorlardı. Ancak John, çalıştığı boya mağazasıyla sözleşmesi bitene kadar orayı da idare etmek zorunda olduğu için, yeni açtıkları dükkanda bir süre kadının yalnız çalışması gerekiyordu. Mary, bir sütçünün kızı olduğu için bu işleri başarmakta güçlük çekmiyordu.
Dükkanları çok iyi işliyordu. O kadar ki, karı koca işlerini daha da büyütebileceklerine inanmışlardı. John, eşine “Sana söz veriyorum Mary” diyordu. “Bir gün doğacak oğullarımızın her biri için bir dükkan açacak kadar para kazanacağız!” Aşırı bir istek değildi bu… Fakat dünyaya gelen ilk çocukları yedi ay yaşayıp öldükten sonra doktor şunu salık verdi:
“Bayan Sainsbury, başka çocuk yapmaktan sakınmanızı tavsiye ederim.”
Her bir çocuklarına birer dükkan açma hülyası yıkılmış gibi görünüyordu. Fakat doktorun tavsiyesine karşın; yirmi yıl içinde altı oğulları ve beş kızları dünyaya geldi. Oğlanların her biri de, planladığı gibi işlerin gelişmesine yardımcı oldular.
Fakat her oğlun bir dükkan sahibi olması tasarısı, düşündükleri oranda gerçekleşmemişti. Çocuklar çalışacak yaşa geldikleri sırada dükkanların sayısı çocukların sayısını aşmıştı.
İlk oğulları John Benjamin 1871 de doğmuştu. Henüz yürümeye başlamışken Mary ona bir bakkal önlüğü dikti. Öteki çocukları gibi Benjamin de dükkancılık oynamaya başladı. Şu farkla ki gerçek bir dükkanda oynuyordu. Okuma çağına geldiğinde, okuldan çıkar çıkmaz (çalışmak zorunluluğu olmadan) tüm aile gibi, doğruca dükkana koşardı.
İkinci dükkanları 1876’da Kentish Town’da açılmıştı. Bunu çok sürmeden başka dükkanlar izledi. Birkaç yıl içinde işler o kadar büyüdüki, J.J.Sainsbury yeni dükkan için artık yepyeni ve geniş bir binaya ihtiyaç duydu. Bu öyle bir dükkan olacaktı ki, İngiltere’de ve belki dünyada dükkan işletmeciliğine bir yenilik getirecekti. Croydon semtinde uygun bir yer buldu. Tasarladığı yeni tip mağazayı orada kurmaya başladı.
Sainbury bu mağazanın her şeyden önce,temiz,havalı ve alışverişe gelenlerin serbestçe dolaşabileceği kadar ferah olmasını istemişti. Kendi mağazalar zincirine bundan sonra ekleyeceği yeni dükkanlar için model olarak değil, bütün başka dükkan sahipleri tarafından örnek sayılacak alışveriş yerleri kurmayı düşünmüştü. Zemin, duvarlar, tezgah önleri pırıl pırıl tuğla, fayans ya da mermer döşemeliydi.
Müşterilere oturmaları için sandalyeler bile konulmuştu. Tezgahların arkasına satılacak malları sergilemeye yarayacak ve alışveriş sırasında tezgahların rahatça çalışabileceği kadar mesafe ayrılmıştı. Tezgahların önü, müşterilerin sıraya girmesine elverişli olduğu gibi çocuk arabalarını sokacak kadar da geniş tutulmuştu. Giriş çıkış yerleri belirlenmişti.
Bu dükkanlar, şimdi “Süpermarket’’ diye tanımladığımız büyük mağazaların başlangıcı olmuştu işte. Süpermarketlerde uygulanan sistem, yüzyıl kadar bir zaman önce Sainsbury’lerin kurdukları geleneği sürdürmekte, aynı prensiplerde çalışmaktadırlar.
Bugünkü süpermarketlerden herhangi birine baktığımızda, ışıklandırmaya da son derece dikkat edildiğini görürüz. Çünkü süpermarketlerin kurucusu o bakımdan da bir prensip koymuştur ve bu uygulama bugüne kadar gelmiştir.
1850 yılında henüz çocuk denecek yaşta iken satıcıların sesiyle uyanıp kendisini pazar yerine atan John James Sainsbury, 1925 yılında öldüğü zaman çocuklarına ve dünyanın neresinde olursa olsun bu sanatı sürdürecek dükkan sahiplerine öğütü şu olmuştur:
“Dükkanlarınızı çok iyi aydınlatın!”
Yazar: Rüçhan Cenk Kunter