Yazar: Gizem Güner
1453 öncesinde, İstanbul Bizans himayesindeyken kedisi ile meşhurdur. Hatta zaman içerisinde şehrin simgesi haline gelmiş kedilerin saltanatı fethe kadar sürer. Fetihten sonra buraya Türklerle birlikte, soyları kurtlara dayanan irili ufaklı onlarca, yüzlerce köpek gelir. Hatta kedi köpek didişmesi benzetmesi de o günlerden günümüze geldiği söylenir.
Başlıklar
Toggle19. Yüzyıla Kadar Osmanlı Topraklarında Dört Ayaklı Dostların Yeri
Osmanlı 19. Yüzyıla kadar köpeklerine çok kıymet verir: hem halk hem yönetim hem de ileri gelen din adamları… Namaz çıkışlarında güçlensinler diye sadece sokaktaki dostlarına özel peksimet dağıtmak, doğum yapacak olan köpekler için kapılarının önlerinde samandan yatak bulundurmak, her kapının önünde taze yemek ve su bulunması yapılanlardan başlıcalarıdır. Bu köpekler aynı zamanda adresi, yeri belli adeta o mahallenin sakini gibi o mahallede doğar, o mahalle de yaşar ve ölür. Geceleri mahallelerini hırsızlıktan korur. Yangını, seli, yağmuru, depremi gergin davranışlarıyla halka hissettirir; çocuklar sokaktayken onlara refakat eder, artık yemekleri ile beslenerek kalabalık bir kentin çöp problemini önemli ölçüde hafifletmektir bu can dostlar. Aslında tüm gördükleri bu ilgi de bu güzel katkılarından ötürü gelmektedir.
Batılılaşma Sürecinin Başlaması ve İngiliz Turistin Ölümü
Dönemin Batı’sı ise sokaklarda hayvanların barındığı şehirlerin medeniyetten uzak olduğu düşüncesiyle oldukça eleştirel hatta küçümser yorumlar getirmektedir bu duruma. Öte yandan İstanbul’a Türkler köpeklerle birlikte geldiği için, köpekler giderse Türklerin de şehri terk edeceği hurafesine inandıkları da söylenir.
Bir gece Galata’da, İngiliz bir turist gece karanlığında korkmuş olduğu köpeklerden kaçmaya çalışırken yüksek bir yerden düşer ve hayatını kaybeder. Akabinde dönemin padişahı Sultan 2. Mahmut’a bir mektup gelir İngiltere’den. Bu mektup İngiltere’nin sokak köpeklerini istememesi ve bu köpeklerin ortadan kaldırması gerektiği ile ilgilidir. Dönemin padişahı ise bu isteği reddetmeyecektir.
Halkın birçoğunun bilmediği bir ada vardır Marmara bölgesinde. Ne ağaç yetişmektedir, ne bir bitki, ne de yeşil renkte herhangi bir tohum. Taştan koca bir kayadır, insanlar üzerine herhangi bir işgal gerçekleştiremediği için tarih boyunca bu işe yaramaz adayı sürgün adası olarak kullanır önceki medeniyetler. Bizans dönemi suçluların sürgün edildiği, içerisinde sadece bir adet manastırın bulunduğu gölge yapacak tek bir fidanın yetişmediği bu ada, Sivri Ada’dır.
Bu sefer sürgün edilecek olanlar ise sokaklardan toplatılan köpeklerdir. Köpeklerle dolu gemi adaya doğru yol alırken çıkan fırtına sonucu (bazı kaynaklara göre de karaya oturmuştur gemi) daha fazla ilerleyemez denizde ve geri döner. Bu olay padişah ve halkın gözünde Allah’tan bir işaret olarak görülür; bunun sonucunda köpeklerin sürgününden vazgeçilir. Sokaklara salınır tekrar dört ayaklı dostlarımız.
Aynı dönemde Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın ordusu bir saldırı girişiminde bulunur. Kütahya’ya giren Mısırlı ordu Bursa’ya kadar ilerlese de daha sonra yaşanan gelişmeler üzerine geri döner. Bu görülmemiş başkaldırı, köpeklere yönelik katliam girişiminin getirdiği bir uğursuzluk olarak değerlendirilir ve onlarla uğraşmaya son verilir. Kapımızın sadık bekçileri, huzurlu bir hayat sürmeye devam eder insan dostlarının yanında.
Sultan Abdülaziz’in Katliam Girişimi ve Büyük İstanbul Yangını
Sultan Abdülaziz tahtı devraldıktan sonra, 2. Mahmut’un yarım bıraktığı işi tamamlamak adına girişimde bulunur ve ne kadar paraya ihtiyacı olan evsiz varsa ceplerini doldurarak, köpekleri toplatır sokaklardan. Gemilere yüklenen köpekler adaya doğru yola çıkar ve bu sefer bir engelle karşılaşmaksızın varılır adaya. Planlandığı gibi zavallı köpekler orada bırakılarak geri dönülür. Bırakılan köpek sayısı, yönetimin kararlılığını da gösteren cinstendir. Yaklaşık altmış beş bin köpek orada öylece bırakılır. Ancak doğanın matematiği ile insanın matematiği asla uyuşmadığından başına geleceklerden bir haberdir padişah ve diğerleri. 1865’in Eylül ayında İstanbul’da çok büyük bir yangın baş gösterir. Öyle ki yangın uzun süre söndürülemez. Daha da yayılır. Halk, ‘’Köpeklere yaptıklarınız yüzünden cezalandırılıyoruz! Yanıyoruz! Eğer köpekler burada olsalardı, bir şekilde önceden bize haber verirlerdi!’’ diye yönetime karşı çıkınca Sultan Abdülaziz bu çağrıya kulak verip köpekleri aynı gemilerle tekrar İstanbul’a getirir.
Dünyanın 3. Kuduz Enstitüsü
Bunca travmadan sonra 2. Abdülhamit tahta çıkar ve köpeklerle uğraşmaktansa, onlara dolayısıyla halkına fayda sağlayacak işlerle uğraşır. Kuduz hastalığı insanlara da hayvanlara da verdiği zararla bilindiği bir dönemdir bu. Binlerce köpeğin arasında bu hastalığı yok etmek için çok ciddi girişimlerin gerektiğini düşünen 2. Abdülhamit kuduz hastalığına savaş açar. Bu illetin tedavisinin Paris’te Pasteur tarafından bulunduğunu öğrenince, Paris’e bir ekip gönderip kuduz tedavisi konusunda eğitim almalarını sağlar ve ekip döndüğünde oldukça ciddi bir yatırım yaparak Dünya’nın üçüncü Kuduz Enstitüsünü İstanbul’a kurar. Köpeklerin Osmanlı’daki en rahat dönemlerinden bir tanesidir bu dönem.
2. Abdülhamit’in Devrilmesi ve 1910 Katliamı
Ancak yönetimde yaşanan değişimler, 2. Abdülhamit’in tahttan inmesi ile birlikte modernleşme yolunda ilerlerken kesin bir karar alınır. İstanbul’da ki tüm köpekler toplatılacak, Sivri Ada’ya götürülecektir. Kıyamet kopsa da geri dönülmeyecektir.
İşte asırlardır Avrupa’yı, Avrupalı olmayı ne derece yanlış anladığımızın en net ve korkunç örneğini 1910-11 yıllarında yaşıyoruz. Birkaç gün içinde yakalanıp Tophane’de hapsedilen binlerce köpek adaya doğru yola çıkar. Sayılarının seksen binin üzerinde olduğu bilinse de, ulaşabildiğimiz net bir veri maalesef yok.
Sivri Ada’ya bırakılan köpeklerin çığlıkları duyulur İstanbul sahillerinde. Halk, köpeklerin feryatlarından gecelerce uykusuz kalmış, duruma kahrolsa da hiçbir şey yapamamıştır. Bu dönemde köpeklere yardım edilmesi engellenmiştir.
‘Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim’ (MARK TWAİN, İSTANBUL ZİYARETİ 1867/ ÜMİT SİNAN HATIRALARI)
İşte bu imha girişimini gözlemleyen Fransız bir yazarın bizlere aktardıkları;
“Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku..
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu.. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar…
Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar… Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar… Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.
Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler…
Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir römorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada’nın aç sakinlerine İstanbul’dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara’nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk…”
1910 yılında bu adada ölüme terk edilen on binlerce köpeğin anısına…
O gün bu gündür Sivri Ada’nın adı Hayırsız Ada olmuştur. Halk bu olaydan sonra Osmanlı Devleti’nin başına gelen her şeyi bu katliama yormuş, ilahi adaletin tecelli ettiğini savunmuştur.
Kaynaklar:
Yazar: Gizem Güner