Boraltan Köprüsü Hadisesi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Eylül 2012’de katıldığı AKP grup toplantısında Suriye’de yaşanan olaylara ve sığınmacılara değindi:
“Bizim geleneklerimizde misafir kutsaldır. Zamanında Osmanlı elçisi dahi sığınmacıların iadesini isteyen hükümdarlara ‘Onlar bize emanettir. Onları size veremeyiz’ demişlerdir. Ancak CHP’nin bugün Suriye’den sığınan mültecilere takındığı çirkin tavır kendi tarihinden de tekrarlamıştır.

CHP’nin on yıllar boyunca üstünü örtmeye çalıştığı bu olay maalesef gerek Türk gerek Azeri tarihine acı bir hatıra olarak kazınmıştır. 1945 yılında, 146 Azeri aydın Stalin zulmünden kaçıyorlar. Türkiye’ye sığınıyorlar. Azeriler öz kardeşlerinin yurduna gelip kucaklaşıyor. Stalin Türkiye’den bu Azerilerin derhal iadesini istiyor. Sınırdaki karakola telgraf çekiliyor ve mültecilerin iadesi isteniyor. Karakol komutanı emri defalarca teyit ettiriyor. Ancak CHP hükümetinden emir geliyor. Durumu anlayan Azeriler lütfen bizi siz kurşuna dizin kendi bayrağımızın altında bizi öldürün diyorlar. Ancak Ankara’dan gelen emir net. Boraltan köprüsünü geçen aydınlar, elleri bağlanmış olarak infaz ediliyor. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söyleniyor”

Başbakanın bahsettiği zamanında çokça tartışılan Boraltan Köprüsü Hadisesi’dir. İkinci Dünya Savaşı ertesinde yaşanan olayın öncesi ve sonrasına göz atalım.

Türkiye’nin Durumu

İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Almanya’nın Sovyetler’i İşgal etmesi durumunda bir sonraki hedefin kendisi olacağı endişesini taşıyordu. Aynı endişeyi, Almanlar’ı dize getirebilecek bir Sovyet Ordusu’ndan ötürü de hissediyordu.
Sovyetler son yıllarda Türkiye üzerinde boğazlar konusunun yeniden görüşülmesi konusunda baskı yapıyordu, hatta sınır değişikliği konusunun bile konuşulmasını istiyordu.
Türkiye için en iyi durum iki tarafın savaşır vaziyette kalmasıydı. İtalyan Büyükelçisi Peppo’nun da dediği gibi: “Türklerin ideali, son Alman askerinin son Rus cesedi üzerine düşmesiydi.”

Türk hükümeti, Almanya’nın Balkanlardaki eylemlerine karşı bir denge oluşturmak
amacıyla Sovyet hükümetiyle 25 Mart 1941 tarihinde ortak bir saldırmazlık bildirisi
yayınladı.

Ayrıca Almanlarla da, 18 Haziran 1941’de bir saldırmazlık paktı imzalandı.
Kağıt üzerinde her şey güvenli görünse de, İngiliz-Sovyet yakınlaşması Türkiye’yi yeniden endişelendirmeye başladı. Çünkü Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz-Rus işbirliğinin ne anlama geldiğini iyi bilen kişiler tarafından yönetilmekteydi.

1943 Stalingrad Zaferi

Sovyetlerin Stalingrad’da Almanlara karşı zafer kazanması sonrası, Türkiye üzerindeki baskıları yeniden kendini göstermeye başladı.
Almanya ile birlikte Pan-Türkist politika yapmakla suçlanan Türkiye, gerginliği ortadan kaldırmak için Mayıs 1944’te bir grup Türkçü yazar, akademisyen, öğretmen ve öğrenciyi “Irkçılık-Turancılık” yaptıkları iddiasıyla tutukladı.

Bunların dışında, ilişkilerin yeniden düzelebilmesi için; Almanya’ya krom sevkiyatını durduran, Alman yanlısı görünen Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun istifa ettiğini duyuran, hatta 1945 Ocak’ında savaş malzemesi taşıyan Sovyet gemilerinin Boğazlar’dan geçişine izin veren Türkiye, görmeyi umut ettiği ılımlı havayı bir türlü bulamadı.
Türkiye 1947 yılında, kendisine sığınan Sovyet vatandaşlarının iadesini isteyen SSCB’nin isteğini de kabul etti. Boraltan Köprüsü Hadisesi olarak anlatılan olay da budur.

Soru Önergesi

Milletvekili Şevket Mocan’ın 1951 senesinde TBMM’ye verdiği soru önergesinde;
Türkiye’ye çeşitli tarihlerde siyasi mülteci olarak sığınan 156 kişinin, uluslararası hukuğa aykırı şekilde Sovyetlere verilmesinin doğru olup olmadığını,
Sevk olunan mültecilerin tesliminde vazifeli olan Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın tanık olduğu facia sonrasında asabi rahatsızlığa uğrayıp, sinir hastanesinde tedavi olduğunun doğruluğunu sordu.

Verilen soru önergesini Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu yanıtladı:
“İkinci Dünya Savaşı boyunca memletimize çeşitli ülke vatandaşı olan askeri şahıslar iltica etmiş ve savaşta tarafsız olmamız sebebiyle harbin sonuna kadar Yozgat’ta kampta tutulmuşlardır” şeklinde başlayan açıklamasına:
“23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etmemiz üzerine, müttefiklerimizden olan SSCB; ülkesine mensup olan askeri mültecilerin iadesini istemiştir. Sonrasında alınan kararla; ‘Almanya veya Japonya veya her ikisi ile harp halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin yalnız askerlik hizmetine mensup olanlarının mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmeleri’ uygun görülmüştür…
…237 Sovyet askerî mültecisinden 195’i ilk parti olarak 6 Ağustos 1945 tarihinde Tıhmıs kapısından Sovyetlere iade edilmiştir. Fakat Sovyetlerin, Rusya’ya iltica etmiş olan bir subayımızla iki erimizi, izlerinin bulunamadığını beyan edip geri vermedikleri ve bu sebeple anlaşma esasını ihlâl ettikleri gerekçesiyle, geride kalanların ve ilk partisinin sevki esnasında yolda kaçan birkaç kişinin iadesinden vazgeçilmiştir…
…Teslim işinde vazifeli yedek subay posta müfettişi Reşad’ın asabi rahatsızlığa uğradığı ve sinir hastanesinde tedavi edilmekte olduğu hakkında bilgi mevcut değildir.” diyerek son verdi.
Adalet Bakanı’nın verdiği yanıt, Mocan’ı tatmin etmedi ve kürsüye tekrar gelerek bu sefer Bakan Nasuhioğlu’nu da eleştirdi:
“…Askerî mülteci diye, bizim bildiğimize göre, ya tayyaresi bozulup düşen yahut bir çatışmada bizim sınırların içerisine girmeye mecbur olan askerî idarece alıkonulmuş insanlara denir. Fakat bir inanıştan canını kurtarıp da sınırlarımıza iltica eden insanlara ancak siyasi mülteci denir…”

Savaş Sonrası Türkiye’nin Durumu

Türkiye, tarafsızlık politikasına son vererek (Yalta Konferansı’nın ardından) 23 Şubat 1945 tarihinde ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği Bloku’ndan yana tavır aldı; Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Savaşın sonuna gelindiği için bu sembolik bir savaş ilanıydı; Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olma amacı taşıyordu. Sembolik de olsa kazanan ülkeler safında yer almaya karar veren Türkiye, buna uygun bir politika izlemeyi uygun gördü.

İlk iş olarak savaşı kazanan ülkelerden mülteci kabulü durduruldu.
Savaş boyunca dışarıda kalmaya çalışılmış ve tahribattan kurtulunmuş olsa da savaş bitiminde yalnız kalındı. Artan Sovyet tehdidine karşı İngiltere ve ABD desteği alınması mümkün görünmüyordu. Kaldı ki Sovyetler 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın yenilenmeyeceğini bildirmişlerdi. Daha sonra Türkiye’nin yeniden masaya oturma teklifine; Sovyetler lehine sınır değişikliği, Türkiye’de kara ve deniz üssü verilmesİ ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilmesi maddelerini içeren bir teklifle gelmeleri; yeniden anlaşmayı imkansız kıldı.

Sovyetlerin teklifinin reddedilmesi, iki ülke arasındaki gerilimin iyice artmasına sebep oldu. Bulgaristan ve Kafkasya’daki Sovyet askeri birlikleri faaliyete geçirildi. İngiltere ve ABD de konunun iki ülke arasında halledilmesi gerektiğini belirterek aradan çekildiler. Sovyet tehdidine karşı yalnız kalan Türkiye, müttefik ülkelere ait asker kökenli mültecilerin iadesi konusunda fazla seçeneğe sahip değildi.

Her ne olursa olsun, Boraltan Köprüsü’nün öte tarafında yaşananlar son derece dramatik, açıklanması güç hadiselerdir. Hiç bir gerekçe bu üzücü durumu haklı çıkarmayacaktır. Ancak dönemin koşullarının kısıtlayıcı etkisi de ortadadır.

Eleştiriler olağandır, olmalıdır. Fakat belli kesimler tarafından yalnızca İsmet İnönü’nün eleştiriliyor olması, dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu ve konuya dahil edilebilecek diğer devlet büyüklerinin adının hiç geçmemesi de bir diğer tartışma konusu.

Aynı Yıllarda Yaşanmış Bir Diğer Hadise:
“Struma Gemisi Hadisesi”